12 Eylül 2014 Cuma

Röportajlar #2 (Günebakan'ın Yazarı Elif Güçlüten İle)


Elif Güçlüten İle Röportaj

 Herkese merhaba. Bugün sizlerle Günebakan kitabının yazarı Elif Güçlüten ile yapmış olduğum keyifli sohbeti paylaşıyorum.

 Öncelikle bu denli sıcak kanlı bir yazarla tanışmış olmaktan çok mutluyum. 

 Bildiğiniz üzere Düz Yazı Yayınevi sponsorluğunda gerçekleştirmekte olduğum çekiliş sayesinde ilk romanı olan Günebakan'ı keşfetmiş oldum.

 Oldukça ilginç bir konuyu işleyen kitabı okurken bile kafamda çeşitli sorular şekillenmeye başlamıştı.

Ayrıca kendisiyle sohbet ederken röportajda yer almayan birçok konu hakkında da konuşma fırsatı bulduk. 

 En yakın zamanda sağlığına kavuşması ve hayranlarını yeni kitabıyla buluşturması dileğiyle röportajımıza başlıyorum.

Merhaba Elif Hanım, öncelikle sizinle röportaj yapabilme şansı elde edebildiğim için çok mutluyum.  Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

  
    1977 Eylül İstanbul doğumluyum. Liseyi Marmara Koleji’nde okuduktan sonra Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü’nden 1999 yılında mezun oldum. Üniversiteden mezun olur olmaz da kendimi finans sektöründe yoğun bir iş temposunun içinde buluverdim.  Yazmaya olan tutkum oldum olası vardı. Fakat maalesef iş hayatının akışında pek de zaman ayıramadım uzun yıllar. Derken (belki de monoton iş hayatından uzaklaşıp deşarj olmak ve de manevi tatmini sağlamak için arayış içerisinde olduğum bir dönemde) bir arkadaşımın önerisi üzerine blog açmaya karar verdim. Doğrusu içimde dinmek bilmeyen ve bastırılmış bu tutkuya biraz zaman ayırmanın vakti de gelmişti. 2009 yılında “Şehirli Kızdan Hikâyeler” adlı kişisel bloğumda yazılarımı okuyucularla paylaşmaya başladım. O gün bugündür de yazmaya devam ediyorum. Yazmak dışında tam bir doğa ve Ege aşığıyım. Bulduğum her fırsatta kendimi yeşilin ve de Ege’nin kollarına bırakıyorum. Uzun yıllar amatör olarak binicilik sporuyla uğraştım. Gezgin, gurme, hayvansever, kabına sığmayan bir insanım.
Yazarlar her duyguyu iki kat fazla yaşarlar. İki kat fazla üzülür, hüzünlenir. İki kat fazla gülerler. Yeri gelir iki kat fazla kızarlar. Sesleri de sessizlikleri de iki kat fazladır. Hayatı manen hep uçlarda yaşarlar. Zaten bu yüzden “yazar”dır onlar. Hissiyatları yoğun, kelimeleri doygun… İşte ben de böyle biriyim…

Peki kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?

 Şehirli Kızdan Hikâyeler bloğunda büyüdüm, hatta olgunlaştım diyebilirim. Kelimelere hayat verebildiğimi, onların sadece harflerden ibaret olmayıp, bilakis efsunlu olduklarını burada keşfettim. Gittiğim yerlere okuyucularımı kelimelerimle götürdüm. Hissettiklerimi yine kelimelerimle yaşattım. Gördüklerimi benim gözümle gördüler, duygularımı ben gibi yaşadılar kelimelerim sayesinde. Kimi zamansa okuyucularımı tanımıyor olmama rağmen duygularına tercüman oldum. 

Okuyucularımın kıymetli yorum ve geri bildirimleri ile tabii ki benim de blog sayfalarına sığmaz olduğumu fark etmem sonrasında kitap yazmaya karar verdim. Zira birkaç sayfalık yazılar bana da yetmez olmuştu.

Yazmak bir bağımlılık adeta benim gözümde. Bir aşk… Bir tutku… Varoluş nedenimin yazmak olduğuna inanıyorum. Kelimelere hayat verebildiğim müddetçe de yazmaya devam edeceğim.

 Kitabın giriş kısmında ‘’Sevmeye de sevgisine de doyamadığım, zamansız kaybettiğim meleğimin hatırasına…’’ cümlesi yazılı. Çok özel olmazsa kitabı adadığınız kişiyi bizimle paylaşır mısınız?

  Günebakan’ı yazım sürecinde hep yanımda olan ve maalesef hiç beklenmedik bir şekilde kaybettiğim sadık dostuma, kızıma ithaf ettim. İlk bebeğim biricik köpeğim idi. İkincisi ise Günebakan oldu. Bir anlamda onu ölümsüzleştirmek istedim.

Kitapta oldukça farklı bir konu işliyorsunuz. Günebakan’ın doğuşunda neler etkili oldu?

 Günebakan benim kaleme aldığım ilk kitap. İlk kitabı yayınlanacak ve tanınmamış bir yazar olarak konusuyla benzersiz ve mesaj verici nitelikte olmalıydı. O yüzden göğüs kanserine yakalanan bir erkeğin hayata tutunma mücadelesini kaleme aldım.

Aslında göğüs kanseri hem yazılı hem görsel anlamda işlenmiş bir konu. Lakin daha ziyade kadında göğüs kanseridir konu edilen. Benim bildiğim kadarıyla erkekte göğüs kanseri, belki de ender rastlanıldığından, çok da işlenmiş bir konu değil. Kansere karşı farkındalık yaratmak adına bu hastalıkla mücadele edenlerin yaşadıklarını, duygusal anlamda hissettiklerini gözler önüne koymaktı amacım. Maalesef kendimizin ya da yakınımızdakilerin başına bu tarz elim olaylar gelmedikçe (Allah kimselere vermesin) aklımıza getirmiyor ve önlem almıyoruz. Halbuki kanser tedavisi mümkün bir hastalık. Yeter ki erken teşhis edilsin.
Kendi ailemde de kanser var. Teyzemi ben küçükken göğüs kanserinden kaybetmiştik. Annemin ise neyse ki erken teşhis sonucunda sadece göğsünün bir kısmını aldılar. Sadece ışın tedavisi görüp, kemoterapi almadığından şanslıydık.  Ben de risk grubundayım. Ve her sene düzenli kontrollerimi yaptırıyorum. 
Dediğim gibi ailede kanser vardı, lakin ben bile kanser hastalarının yaşadıklarını bu denli detaylı bilmiyordum. O yüzden bu hastalığı kaleme alıyor olmak aslında çok da kolay değildi. Zira okuyucuya o hissiyatı vermek adına sanki benim başıma geliyor gibi, o süreci bizzat yaşamışım gibi kaleme almalıydım. Aksi takdirde duygusunu okuyucuya geçiremezdim. Behiç’in göğüs kanseriyle mücadelesi sırasında yaşadığı iç çatışmalar, ikilemleri okura hissettirmek adına empati gücümü kullandım.
Göğüs kanseriyle ilgili araştırmalar yaptım. Tıbbi makaleler okudum. Kanser hastalarının aileleriyle görüştüm. Zira bu hastalığı yaşayan sadece hastanın kendisi olmuyor. Mücadeleyi tüm aile fertleri, sevdikleri veriyor.
Günebakan da işte böyle bir kitap. Her sayfasında gerçek hayattan acısıyla tatlısıyla kesitler içeriyor. Hayata tutunma mücadelesini, aşkı, tutkuyu ve tabii ki hayat denilen yaşadığımız her anın kıymetini bilmemiz gerektiğini anlatıyor.
Çoğu okuyucum kızıyor bana hüzünlü sonundan ötürü. Ama Behiç’i bir nevi ölümsüzleştiren ve akıllarda bırakan da aslında gerçekçi bir sonla bitiyor olmasından kaynaklanıyor.



İlk kitabınız olan Günebakan, kitapseverlerle buluşana dek ne gibi maceralar atlattı?

 Romanın yazma safhası, bana göre işin kolay tarafıydı. Daha doğrusu buz dağının görünen kısmı. Asıl zor kısmı yayınlatma aşamasıydı. Yani yayınevlerine taslağınızı gönderip de olumlu haber gelmesini dört gözle beklediğiniz süreç. Yeni yazarlara tavsiyem sebat etmeleri ve asla vazgeçmemeleri. Ret cevapları onları yıldırmasın. Benim de ret cevabı aldığım oldu. Bazı yayınevleri yanıt dahi yollamıyor.
Tam da Günebakan’ın bir Word dokümanı olarak ilelebet bilgisayarımda kalacağını düşünüp umutsuzluğa kapılmışken Düz Yazı Yayınevi hayallerimi gerçeğe dönüştürdü.
Bakmayın öyle hayıflandığıma. Bu süreç oldukça keyifli ve heyecanlı geçti inanın. İmza almak isteyenler, yorumlarını paylaşanlar… Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi’nce düzenlenen 7. Edebiyat Etkinliği kapsamında konuk yazar olarak katıldığım söyleşi… Hayatımda bir ilki yaşadım, yaşıyorum da. Mutluluğumu kelimelerle tarif etmek bir hayli zor.

Romanınızın gelirinin bir kısmı Düzyazı Yayınevi tarafından Memeder’e (Meme Sağlığı Derneği) bağışlandı. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz neler?

         Yıl sonunda bağış tutarı ödenecek diye biliyorum.

Kaleme aldığım bir kitabın böylesine güzel ve anlamlı bir olaya vesile olması tabii ki gurur verici. Meme Sağlığı Derneği ile ben de sürekli irtibat halindeyim. Bu hastalıkla ilgili farkındalık yaratmak adına her zaman da bu tür derneklerin yanlarında ve destekçileri olacağım.

 Karakterin isimlerini seçerken nasıl bir yol izlediniz? (Behiç Buğra Ferruhoğlu ve Füruzan)

        Güçlü bir erkek karakter yaratmaktı gayem. Derinlerde bir yerde de duygusal yönü olan... Bu öyle biri olmalıydı ki kanser öncesinde hayata hep güler yüzle bakan, her şeye sahip bir erkek. Hatta kadınların hep hayalini kurduğu dış görünüş ve olanaklara sahip bir adam. Hastalık sonrasında ise güler yüzünden eser kalmayan, kendine güvenini yitirmiş biri. Behiç ismi de şen ve güzel yüzlü kimse anlamında. Biraz da eski Türk filmlerini andıran bir ismi olsun istedim. Güler yüzlü bir adam Behiç Buğra Ferruhoğlu işte böyle doğdu…

 Behiç’in annesini güneşi olarak görüyor olmasından yola çıkarak, aşık olacağı kadın da yıldızı olmalı diye düşündüm. Bu öyle bir yıldız olmalıydı ki, hayatının en karanlık döneminde ona ışık tutmalı ve parlak olmalıydı. Ve Farsça kökenli parlayan, parlak anlamındaki Füruzan’da karar kıldım.

Yani aslında isimler karakterlerin oluşumunda ve hikâyenin gidişatını belirlenmesinde önemli rol oynadı diyebilirim.

Erkek karakterin ağzından anlatılan hikâyede, sizin için bir kadın yazar olarak avantajlı ya da dezavantajlı durumlar söz konusu muydu?

         Erkek karakter yazmak kolay olmadı tabii ki. Günebakan’ı 2013 yılında üç buçuk ayda yazdım. O süre zarfında ben adeta Behiç olmuştum. Tüm bu süreyi onun gibi düşünüp, onun olaylar karşısında ne tepkiler vereceğini anlamaya çalışarak, ana karakterimle bir anlamda bütünleşerek geçirdim. Belki de anlatımının bu denli etkileyici olmasında bunun büyük etkisi olmuştur. Yani karakterle bir bütün olmak.

Bir kadın olarak bir erkek gibi düşünmek, hareket etmek, hissetmek gerekti hikâyeyi gerçekçi kılmak adına. Üstelik de ana karakterin kendi ağzından okuduğumuz bir roman yazmak zorlayıcı oldu elbette. Ama mücadeleciyimdir, zoru severim. Üstesinden geldiğimi düşünüyorum.

  Behiç, Füruzan’ı tanıyana kadar daima yüzeysel ilişkiler yaşadı. Sizin günümüz kadın erkek ilişkilerine bakış açınız nedir?

 Behiç’in Füruzan’dan önceki hayatı aslında günümüzde sıklıkla karşılaşabileceğimiz türden bir durum. Maalesef ilişkiler çok yüzeysel artık. Her şeyi olduğu gibi aşkı da tüketir olmuşuz. Romantizmin, saygının, sadakatin, bağlılığın giderek azaldığını düşünüyorum. Öyle ki romantizm artık çekilen bir kısa mesajdaki gülen surat olabiliyor. Veya sosyal medyadaki bir durum güncellemesi. Hatta ayrılıklar bile sanal ortamda yapılır olmuş. Sadece kadın erkek ilişkilerinde değil, insan ilişkilerindeki genel gidişat da bu yönde.

Yağmurda el ele yürümeyi sevecek kadar romantik biri olmadım hiç ama hayatta birazcık yeri olmalı diye düşünüyorum romantizmin. Aksi takdirde hayat çekilmez olur.

  Günebakan çok kısa sürede okunulan bir kitap. Bunu üslubunuza mı yoksa kitabın konusuna mı bağlıyorsunuz?



 Konu bakımından oldukça can alıcı, benzersiz ve etkileyici olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan akıcı, anlaşılır bir yazım dilim var. Betimleme ve tasvirlerimin insanların olayları, roman karakterlerini zihinlerinde resmetmelerine olanak sağladığını düşünüyorum. Böylelikle de hikâyenin içine girebiliyorlar. Türkçeyi iyi kullanıyor olmamın ve birinci ağızdan yazıyor olmamın da etkisi olduğunu düşünüyorum. İçtenlikle ve yürekten gelerek yazılanların okuyucuya o hissiyatı geçirebildiğini görmenin verdiği haz muhteşem.

Behiç’in Füruzan’la ilişkisinin başladığı kısımdan sonra romanın özellikle kısa tutulduğu düşüncesindeyim. Sizce kitap biraz daha uzatılabilir miydi?

 Aslında Füruzan için bir devam kitabı yazma niyetindeydim. Yani Füruzan’ın Behiç ile tanışmadan önceki hayatı, Behiç’in kanserle mücadelesi sırasında Füruzan’ın hissettikleri üstelik de hamile bir kadının yaşadığı bu zorlu süreci ve tabii ki Behiç’ten sonra çocuğunu yalnız başına büyütmek zorunda kalan bir kadın olarak Füruzan’ı konu eden ayrı bir kitap yazmaktı arzum. Bir de tabii konu göğüs kanseri üzerine olduğundan ana karakterin içinde bulunduğu hazin durumu ön plana çıkartmaktı gayem. O yüzden Füruzan’ın hikâyesine kısa tuttum. Her ne kadar ikinci kitap olarak başka bir konuyu tercih ettiysem de, bakarsınız üçüncü kitap Füruzan’ın hikayesi olur.

 Romanınızda birçok şiirden dizeler yer almakta. Beğenerek okuduğunuz şairler kimlerdir?

  Evet, ünlü şairlerin şiirlerinden dizelere yer verdim Günebakan’da. En son şiir, Füruzan’ın Behiç’e yazdığı şiir ise bana ait. Eski erkek arkadaşıma yazmıştım ayrıldığımızda, tabii onun bundan hiç haberi olmadı.
Nazım Hikmet ve Can Yücel’in koyu hayranıyım. Yahya Kemal Beyatlı, Cahit Sıtkı Tarancı, Necip Fazıl Kısakürek de çok sevdiğim diğer şairler.

 Şair demişten yazarlardan bahsetmeden olur mu? Ne yazsa okurum dediğiniz ya da severek okuduğunuz yazarlar var mı?


 Ayşe Kulin… Ne yazsa okurum evet. İdolüm diyebilirim kendisi için. Hatta Günebakan yayınlandıktan sonra öğrendiğim kadarıyla, Ayşe Kulin’in öykülerden oluşan ilk kitabının adı “Güneşe Dön Yüzünü” ve kapakta da günebakanlar yer alıyor. Bunun bana şans getireceğini düşünüyorum. Sanki doğru yoldaymışım, onun ayak izlerinden gidiyormuşum gibi geliyor. Onun dışında beğendiğim yazarlar Canan Tan, Tuna Kiremitçi, Nermin Bezmen, Tuncay Özkan, Kürşat Başar… Yabancı olarak da E. L. James, Dan Brown, Khaled Hosseini diyebilirim.

 Günümüzün “yeni” yazarlarıyla ilgili düşünceleriniz nedir?

  Bir sürü yayınevi var piyasada, ekmek peynir satar gibi kitap basıyorlar. Olay bir kitabı basma kararını verirken edebi niteliğinin değerlendirilmesinden çıkmış, ticarete dökülmüş adeta. Sektörde yazar sıfatını hak edenler de var, ama maalesef hak etmeyenler de. Mutlaka herkes bir emek harcıyor eserine. Fakat kanımca sapla saman ayrılmalıdır. Bunun için de ülkemizde ciddi bir sorun olarak düşündüğüm, popüler kimliğe sahip ve fakat kitap kritiği yapacak birikime sahip olmayan kişilerin edebiyat eleştirmeniymiş gibi değerlendirme yapmak yerine, bu işten elini eteğini çekmesiyle giderilecektir. Sektör zaten belli başlı yazarların çevresinde döndüğünden yeni yazarların var olması bir hayli zor. Hatta hiç basılmadan harcanan bir sürü yetenek olduğunu da düşünüyorum. Çünkü büyük yayınevleri de satar mı satmaz mı gözüyle baktıkları için yatırım yapmıyorlar tanınmamış yazarlara. Bu da “Her şey popülarite mi?” ya da “Türk edebiyatı nereye gidiyor?” sorularını sormamıza neden oluyor haliyle.

 Şu an hangi kitabı okuyorsunuz?

-          Kürşat Başar - Yaz

 Kitapta geçen şarkı ( Tears in the heaven ) sizin için önemli bir şarkı mıdır?

 Günebakan’ı yazarken Eric Clapton’ın bu şarkısı sürekli karşıma çıktı. Arabaya biniyorum, kontağı çevirip radyoyu açıyorum… Bammm tears in heaven çalıyor. Bir alışveriş merkezine gidiyorum yine aynı şarkı… Asansöre biniyorum bammm yine o! Bir keresinde de başka bir yazar arkadaşımdan yayın süreci hakkında bilgi almak amaçlı bir cafe’de buluşacaktık. Cafe’den adımımı atar atmaz yine bu şarkı çalmaya başlamıştı. Yani 90’lı yıllarda çıkan bir şarkının bu kadar sık karşınıza çıkıyor olması nasıl bir tesadüftür ki?

Yine bir gün kırmızı ışıkta bekliyorum arabada. Bir anda “Tears in Heaven” çalmaya başladı. İşte o 30-40 saniyelik sürede benim gözümde o son sahne canlanıverdi. Kitabın kaderini ve belki de benim kaderimi bu şarkı belirledi diyebilirim.


Tears in Heaven ( Eric Clapton )




 Biraz da kitap dışında konulardan söz edelim. Hayvansever biri olduğunuzu biliyorum. Hatta Mischa adında sevimli bir köpeğiniz de var. Peki hayvanlara karşı yapılan zulümlerin suç değil de kabahat sayılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

 Evet, Mischa henüz dört aylık bir Cavalier King Charles. İlk köpeğimin ölümünden sonra zorlu bir kendine gelme süreci ve yeniden bir köpek alabilir miyim ikilemini atlattıktan sonra bir pet shop’tan aldım onu. Okuyucular hemen kızmasın bana. Çünkü tam bir kurtarma operasyonuyla aldım diyebilirim.

Hayvanlara yapılan zulümlerin suç değil kabahat sayılması konusuna gelir isek, maalesef hayvan haklarını koruyan ve caydırıcı yaptırımlar sağlayan kanunlar yok ülkemizde. İçim sızlıyor böyle haberleri gördükçe. Aslında alıp da sonra sokağa terk edenlere de birtakım cezalar öngörülmeli bence. Barınakların durumu içler acısı.

İnsanoğlunun dünya üzerine gelmiş ve giderek yayılmakta olan bir virüs olduğunu düşünüyorum. Zira yeryüzünde kendi türü de dahil olmak üzere hiçbir canlıya yaşam hakkı bırakmayan yegâne varlıklarız.

Sosyal Medya Ağları’nda oldukça aktifsiniz.  Peki sizce Facebook, Instagram ya da Twitter gibi paylaşım siteleri kişileri kitap okumaya teşvik ediyor mu?

 İstatistiklere göre Türkiye'de bir kişi on yılda bir kitap okuyor. Okuma alışkanlığının olmaması yeni bir durum değil aslında ve sanal ortamların giderek her anlamdaki sosyalleşmenin de önüne geçtiği günümüzde, kitap okuma oranının daha da düşeceğine inanıyorum. Biraz ailelere de sorumluluk düşüyor bu konuda. Çocuklar tablet oynamayı kitap okumaktan daha eğlenceli bulurken, bu alışkanlığı kazandırmak zor olacağa benziyor. Ebeveynlerin bu anlamda tableti eline alınca sesi çıkmıyor düşüncesinden sıyrılıp, çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırmaları önemli tabii ki.

Paylaşım siteleri kitap okumaya teşvik eder mi sorusuna gelir isek, insanlarda popüler olanı yapma eğilimi var malumunuz. Özçekim kavramı da öyle yaygınlaşmadı mı zaten? Çoğunluğun yaptığı şeyi yapma algısı yaygın. Bu anlamda Instagram, Facebook, Twitter gibi ortamların teşvik etmesini “temenni” ediyorum açıkçası. Diğer taraftan yeni yazarların tanınırlıklarını artırmada bulunmaz bir fırsat olarak görüyorum. Tüm dünya parmaklarınızın ucunda ne de olsa. Reklam yapma ve kendinizi ifade edebilme imkânını ilk elden size sunar durumda tüm bu saydığımız paylaşım siteleri.

Yeni kitabınızın yolda olduğunu biliyorum. Sizden konusu ile ilgili ufak bir ipucu rica etsem?

 Yeni kitabımın adı “Gülizar”. Adından da tahmin edileceği üzere bir kadın bu defa ana karakterim. Konusuna gelir isek, gerçek hikâyeden esinlenerek kaleme almaktayım. Günebakan kadar, hatta daha da can alıcı, elinizden düşüremeyeceğiniz, bir solukta okuyacağınız bir kitap olacak. Yüreklerinize işleyecek Gülizar’ın hikâyesi…

 Peki yeni kitabınız ne zaman okurlarla buluşacak?

 Bir takım sağlık sorunlarım yüzünden kitaba vakit ayıramadığımdan beklediğimden geç bitecek gibi görünüyor. Önümüzdeki yıl yine bahar aylarında raflardaki yerini almasını temenni ediyorum.

 Son olarak sizin röportajı okuyanlara söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

 Kıymetli yorumlarını bana ileten, desteğini esirgemeyen tüm okuyucularıma teşekkür ediyorum. Günebakan’ı okurken Behiç için gözyaşı dökenlere de lütfen bana kızmayınız diyorum. Size de röportaj için teşekkür ederim. Sevgiyle kalın, okur kalın.

 Sorularıma verdiğiniz içten yanıtlar için çok teşekkür ederim. Umarım yeni kitabınızda da Günebakan’la yakalamış olduğunuz başarıyı devam ettirirsiniz.

  

1 yorum:

  1. Çok doyurucu bir röportaj olmuş. Seni tebrik ediyorum glorrry. :)

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...